Ihre Browserversion ist veraltet. Wir empfehlen, Ihren Browser auf die neueste Version zu aktualisieren.

    YouTube

    Facebook

    Instagram

Fields marked with * are required.

 Attila Uçar

“Zaman süratle ilerliyor. Milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişmesini inkar etmek olur...” M. Kemal Atatürkttila ucarttila ucar
Alevi toplumunun ramazan ayında oruç tutmadığı halde büyük bir şevkle Ramazan Bayramı kutlamaları yapmasının, devletin resmi din anlayışının Müslümanlık ve Sünni olmasından, Alevilerin de esasen korku ve egemenden yana görünme kaygısıyla bunu kabullenmesinden kaynaklandığını belirtmiştim. Oysa hepimiz biliriz ki, Alevi kültüründe Ramazan orucu olmadığı gibi onun bitişinin kutlanması anlamında Ramazan Bayramı da yoktur. Dolayısıyla Alevilerin bu kutlamalara katılmasının başlıca sebebi, eskiden kalma korku ve sınırlarını devletin çizdiği resmi kimliğin dışına düşmeme kaygısıdır. Bugün de, “Kurban Bayramı” ile ilgili fikirlerimi sizinle paylaşmak isterim.
Yazımın başında ulu önder Atatürk’ün sözüyle başlamam aklın ve ilmin gelişmesi dünyada asla değişmeyecek hükümlerin olmadığını anlatmak adına önemli bir tespittir.
Bilindiği gibi eski çağlarda insanlar tabiat olaylarını, Tanrı(lar)ın kızgınlığına bağlar ve bu kızgınlığa karşı onun gönlünü kazanmak için arayışlara girerdi. Örneğin, yıldırım,yağmur, aşırı sıcaklık, kuraklık gibi insanların yaşamını zorlaştıran durumlarda onun fikrini değiştirmesi ya da kendi isteklerinin kabul edilmesi için Tanrı(lar)a adadığı kurbanın kanını akıtarak, ona yaklaşmaya, sevgisini kazanmaya çalışırlardı. İşte kurban, ilkel dönemlerde bu bağlamda ortaya çıkmış ve hemen hemen her kültür ve toplumda var olan ibadet biçimidir.
Günümüze gelindiğinde bu ibadet şekli çağdaş uygarlığa ters düşen bir gelenektir. Toplumumuzun her kesiminde olan Mollalarımız İslam şeriatını sevimli göstermek adına kurban kesimine karşı değillerdir.
Mollalar kurbanın ibadet amaçlı olmadığını, her yerde rahatlıkla anlatırlar. Hayvanları boğazlayarak kanını akıtarak ibadetin uygar toplumlar tarafından benimsenmeyen ilkel geleneği anladıkları içindir ki, “ibadet”in adı “sosyal yardım türü” olarak anlatırlar. Bu anlatım tamamen gerçek dışı olup şeriatı tamamen “insani” gösterme gayretinden kaynaklanmaktadır.
Kur’an’a baktığımızda “Kurban’ın Tanrıyı yüceltmeye yönelik ayetlerle dolu olduğunu görürüz. Kaldı ki yine Kur’an’da Kurban kesmenin sosyal yardım türü olan fakir, fukarayı doyurmak adına gerekli görüldüğüne dair bir söz yoktur.
Tek tanrıcı dinlerde Kurban ilk olarak Tevrat’ta yeralmış ve Kuran’a da oradan geçmiştir. İsterseniz bu hikayeyi bilmeyenler için tekrar anımsayalım :
Adem’in “Habil” ve “Kabil” isimli iki oğlu vardır. Habil çobanlık, Kabil ise çiftçilik yaparmış. Bir gün Habil sürüsünden koyunun birini kesip tanrıya kurban sunar. Çiftçi Kabil ise tanrıya kendi ürünü buğday sunar. Tanrı Habil’in sunmuş olduğu koyunu kurban olarak kabul eder, ama Kabil’in kurban olarak sunduğu buğdayı kabul etmez. Bunun üzerine kıskançlığa kapılan Kabil kardeşi Habil’i bir vuruşla öldürür. (Tevrat, Tekvin. Bap 4, 1-9)
Tevrat’taki Habil, Kabil hikayesinin Kur’andaki yorumu da hemen hemen aynıdır. Bu hikayede dikkat çeken nokta Tanrıyı hoşnut kılan “buğday” olmayıp, kan akıtılarak kesilen “koyun” dur. Bilemiyorum belki de tanrı kendi adına kan akıtılmasından hoşlanmış olabilir. Yoksa Kurban’ın amacı yoksula yardım olsaydı bunu açıkça bildiri ve de Kabil’in kurban olarak sunduğu buğdayı kabul ederdi. Daha sonraları din adına cihada çıkılması, kafirlere karşı savaşılması, kılıçla vuruşma (kan akıtılması) “Kutsal” bir şey olarak görülmüştür.
Kurban geleneği “kan akıtılarak ibadet” örneğine İbrahim peygamber ile oğlu İshak’ın hikayesi Tevrat’tan aktarma olarak Kur’an’da da yer alır. Bunu da Habil ve Kabil hikayesi gibi kısaca anımsayalım.
İbrahim peygamber’in ibadet yoluyla tanrıya bağlılığını ispatlamak gayesiyle öz oğlu İshak’ı Kurban etmek istemesiyle alakalıdır.
Sözde Tanrı kendi peygamberinin imanını denemek için oğlunu kurban etmesini istemiş, bakmış ki İbrahim peygamberin şakası yok, oğlunu boğazlayacak, hemen bir koyun göndererek oğlu yerine koyunu kesmesini istemiş İbrahim de Tanrıya ibadetinde boğazlayacağı oğlu yerine koyunu boğazlamış ve kan akıtmıştır. Burada görüyoruz ki Tanrıya oğlunu kurban etmek isteyen kişinin “sosyal bir yardım” amacı düşünülemez. Burada Tanrı’ya bağlılık kan akıtmayla kanıtlanacaktır. Tevrat’taki bu anlatım ufak iki değişiklikle Kur’an’da aynen yer almaktadır. Tek farkla kurbanlık olan İshak, İsmail olmuştur. Ayrıntılı bilgi (Tevrat, Tekvin, Bap22 : 1-3), (Tevrat, Tekvin, Bap 22 : 4-12 ) ayrıca Kur’an (Saffat Suresi ayet 99, 102, 103, 197)
Burada aklımızı açtığımızda; İbrahim Peygamber Tanrıya ibadetini göstermek adına oğlunu boğazlamaya hazır olduğunu göstermiştir ve de (iman sahibi) olduğunu kanıtlamıştır (ki İbrahim’in davranışı, günümüzde psikolojik gözetim gerektiren bir davranıştır ve bunu yapacak babayı akıl hastanesine koyarlar). Buna rağmen neden bir koyunun boğazlanarak kanının akıtılmasına gerek duyulmuştur.? Burada “sosyal amaç” ya da fakirlerin karnı doysun diye koyun verilmemiştir. Kaldı ki, kan akıtılmasını istenmiyorsa insanın kanıyla diğer canlı koyunun kanı akıtılması nedendir ?
Kurban kesiminin Ortodoks inançlardan, özellikle 16. yüzyılda Şiilik üzerinden Şah İsmail-i Hatayi’ye, oradan da Anadolu Alevilerine geldiği, yani Sünni ve Şiiler gibi olmasa da bizde de uygulandığı bilinmektedir. Ancak gelin aklımızı kullanalım ve her türden canlıya olan saygımızı hatırlayarak gerçekte bunun Alevi felsefesine uygun olmadığını kabul edelim. Aleviliğin içine girmesiyle günümüze kadar Alevilerde kurban keserek kurban bayramını kutlamışlardır. Ancak bu davranışın Alevi aklı içinde açıklaması olamayacağı açıktır. Ve etkilenerek başlamış olsak da, silkinip bu yanlış etkilerden kendimizi kurtarma iradesini gösterelim.
Alevi inancında insan, böylesi mantık dışı bir kulluğu üzerinden atarak “KADERE” ve İNSANA UYMAYAN YAKLAŞIMLARA, itiraz etme, dahası kınama erdemi geliştirilmiştir. “Kader” inancına rağmen, insanı yaptıklarından sorumlu tutan, cehennemle tehdit eden İslamcı anlayışa Yunus Emre Munacaat’ta tanrıya şöyle seslenir:
“Kıldan ince köprü yaparda dersinki ey kullarım gelin geçin. Oysa kıl gibi köprüden insan geçemez. Uçması yada düşmesi gerekir. Sonra köprü başkalarının kötülükleri için değil, iyiliği için yapılır. Senin köprün iyi bir köprü olması gerek... senin yarattığın insanın sence suçlu olması nedendir.? Benim yaptığım işler içinde utanılacak varsa, beni onları yapacak nitelikte yaratan gene sen değil misin?”
Kurban Olduklarım; (Bizim köylerde bu söz, karşısındaki insanı ne kadar çok sevdiğini vurgulamak anlamında söylenir) Yazımın başındaki Atatürk’ün söylemini tekrar anımsattıktan sonra; aradan 1400 yıl geçmesine rağmen bu süreçte nice gelişmeler görülmesine rağmen İslam ülkelerinde İbrahim’in oğluna gördüğü revayı; Türkiye’de de bir baba MIZRAP adındaki oğluna görmüş daha önceden kurban etmeye karar verdiği oğlunu ekmek bıçağı ile boğazlayarak kesmiştir. Oğlunu Tanrı’ya kurban ettiğini söyleyen baba cinayetten hüküm giymiş ancak cinayetin “dinsel inanış”a etkisiyle işlendiğini söyleyen Yargıtay “hafifletici sebep” olarak kabul etmiş ve cezada indirime gitmiştir. (bu da, hakimlerimizin ve hukukumuzun geldiği geri noktanın göstergesi olarak ayrıca kaydedilmeli)
Yukarıda anlattıklarım şu gerçeği ortaya çıkarmaktadır:
“Kurban kesimi” esas itibariyle yoksula yardım amacına dayalı bir gelenek değildir; bu gelenek özünde Tanrı adına yapılacak fedakarlıkları ortaya koymak adına kan akıtmak, böylece Tanrıyı hoşnut ederek, günahlardan arınmak, kurtulmak gibi amaca dayalıdır. Kur’an’da yeri ve anlamı da budur
Alevi toplumunun “KURBAN” inanışı yoktur. Alevilik inanışı, düşüncelerini yaymak adına tek bir insan öldürmemiş ve tek damla kan akıtmamıştır. Aleviler için her şey dünyadadır. Aleviliğin Mekke’yle, Hurilerle, cehennem ateşiyle ilgileri yoktur. Dünyada yaşanan her şeyin mantıklı, bilimsel, açıklanabilir ya da basit yanıtlarla karşılığı vardır. Bu yüzden başta Müslümanlık ve diğer tüm dinler Aleviliği asimile etmeye, kendilerine benzetmeye çalışmaktadırlar.
Alevi; Tanrıya ibadeti “kan akıtarak” yapmaz. Hele ki ibadet ya da deneme adı altında oğlunu ya da kızını boğazlamak adına bıçak altına yatırmaz. Bu dünya, tüm canlıların yaşama hakkıyla beraber bizimdir.
Gelin, bütünüyle diğer dinlerin ve ilkel insanlığın mirası olarak bize de bulaşmış olan bu kurban kesme alışkanlığından vazgeçelim. Aklımızı kullanalım, canlıya olan sevgimizi, kafamıza yatmayan sırat köprülerine itiraz cesaretimizi anımsayalım. Hayvan kesmeyi sadece yaşamsal ihtiyaçlar için kabul edebileceğimizi ve bunun gereğini yapma yerinin de Bayram değil, mezbaha olduğunun bilinciyle davranalım.
“Kan akıtmadan” kardeşçe, dostça, hür, bağımsız, kıblemizin insan ve sevgi olması dileği ile nice yıllara...


 

ALEVİLER TUTMADIKLARI ORUCUN BAYRAMINI NEDEN KUTLAR? 

Attila Uçar

Ramazan Bayramı İslam Dininin bir bayramı olup, Hicri Kamer yılının dokuzuncu ayı olan Ramazan ayının bitimiyle Şevval ayının ilk üç günü kutlanan dini bir bayramdır. Arapça’daki adı ‘’idel-fitr’’ olup, fitr kelimesi Arapça’da kahvaltı anlamına gelir. Daha doğrusu oruç bitiminin son günü yapılan ilk kahvaltı demektir.
İslam Dininde Ramazan Bayramının (Sadece Türkiye’de şeker bayramı diyenler var) çok ayrı ve özel bir yeri vardır. Ramazan ayında gün boyu aç kalmak, insan üzerinde vermiş olduğu sıkıntının iftarda orucun açılmasıyla sevince dönüşmesidir. Ramazan Bayramı da bir ay boyunca, gün boyu aç kalmanın, ya da oruç tutmanın sona ermesiyle sevincin üç gün kutlanmasıdır. Türkiye’nin ekonomik şartları göz önüne alındığında, hele ki yaz aylarına denk gelen Ramazan aylarını düşündüğümde oruç ayının bitişini kutlamayı fazlasıyla hak ettiklerini düşünüyorum.
İslam Dininin Ramazan ve Kurban Bayramları Hicretin ikinci yılından itibaren kutlanmaya başlanmış, oruç da ilk defa aynı yıl oruç ayını geçirenlere farz kılınarak bitiminde üç gün Ramazan Bayramı kutlanmıştır. Burada çok önemli bir nokta da, Kurban Bayramı olsun, Ramazan Bayramı olsun bayramın başlangıcı bayram namazlarıyla olmasıdır. Yani bayramın başlangıcı bayram namazının kılınmasıyla başlamaktadır.
Ramazan Bayramını İslam inancı açısından değerlendirdikten sonra gelelim ‘’Aleviler tutmadığı orucun bayramını neden kutlar’’ bölümüne…
Bu arada samimi olarak tüm İslam Aleminin Ramazan Bayramını kutlar, bayramların dünya barışına, sevgiye, özgürlüklere ve hoşgörüye vesile olmasını dilerim. Benim yazım bir inanç tartışması olmayıp, bir inancın, başka bir inancı yok sayması ve kendine benzetmeye çalışmasına karşı çıkış yazısıdır. Tıpkı Alevi köyüne cami yapılmasına karşı çıkışımın camiye karşı olmadığı, yapılacaksa Müslüman köylere yapılmasını, Alevilerin ibadet yerinin Cem evleri olduğunu defalarca söylediğim gibi.
Konuyu açmamıza yardımcı olacak tanı sorusunu açıkça soruyorum: Alevilik İslam mıdır? Ben Alevi olarak kendimi biliyorum da, acaba İslam olmanın koşullarını herkes biliyor mu? Kısaca İslam olmanın koşulları oruç tutmak, namaz kılmak, Hacca gitmek, zekat vermek, Kelime-i şahadet getirmek, Kur’an’a, peygamberlere, meleklere, kadere ve Allah’a, onun cennet ve cehennemli ahiretine inanmak olarak sıralayabiliriz. Bu durumda bir Alevi kendi inancının bu koşullarda uygunluğunu rahatlıkla test edebilir; üstelik bu test çok kolay bir testtir. Alevi, testin sonuna baktığında Aleviliğin İslam olup olmadığını kolaylıkla anlayacaktır. Burada yapılacak en önemli nokta kendimize sorulan sorulara dürüstçe, yani yaşamımıza uygun, atalarımıza uygun, Pir Sultanlara uygun yanıt vermektir.
Örneğin; Bu sorulara ‘’Biz Aleviler camiye de gideriz, oruç da tutarız, namaz da kılarız’’ derse doğruyu bulamaz; tarihimizin hiçbir kısmında da yoktur. Bunları söyleyen yok mudur elbette vardır. Bunlar egemene boyun eğmeyi sindiren, asimile olmuş veya çıkarı için böyle görünen Alevilerdir.
Benim için Ramazan çocukluğumdan beri en uzun aydı. Ramazan ayında kendimi hep aşağılanmış, korkutulmuş, sindirilmiş hissederdim; bütün benim gibi Aleviler de. Şarkışla’da komşu çocuklarına oruç tutmadığımızı söylemez, üstelik annem tarafından dışarıda yemek yemememiz konusunda uyarılırdık. Tarihsel belleğimiz, böyle davranmamamız halinde baskıya uğrayacağımızı öğretmişti. Kayseri Kadı Burhanettin Ortaokulunda din dersi öğretmenimiz Kasım OKUT tarafından oruç tutmadığımız için aşağılanmalar da cabası. Annem Ramazan ayında sahura kalkar evin ışıklarını yakar tekrar yatardı ki, komşular ertesi gün ‘’Sahura neden kalkmadın’’ diye sormasın diye. Bu korku, utanç, sindirme bugün de iş yerlerinde aynen devam etmektedir. Üstelik çoğu Alevi oruç tutuyormuş gibi yaparak bu baskıyı atlatmaya çalışmaktadır. Kendi namusuyla yüzleşen her Alevinin de kabulleneceği gibi ne Ramazan orucu bize ait ne de onun bayramı. Bilinmez, belki de bazı Aleviler Ramazan Bayramını; başımıza bir iş gelmedi, kazasız belasız atlattık diye mi kutluyor?!
‘’Aleviliğin, kendi öz kimliğiyle yakalamaya başladığı yeni özgürleşme ve temsiliyet olanağı, hem dıştan hem de içten çürütülmeye ve etkisizleştirilmeye çalışılıyor. Selçuklu ve Osmanlı’da bitmeyen, ne yazık ki Cumhuriyette de devam eden bir öğütülme ve çürütülme iradesi ile karşı karşıyayız’’ (Erdoğan AYDIN-Kimlik Mücadelesinde Alevilik)
İşte Ramazan Bayramının Alevilerce kutlanması yıllardır Alevileri içten çürütme ve öğütülmesinin tipik örneğidir. Ama bu baskıyı daha ne zamana kadar kabulleneceğiz? Üstelik farkında değil miyiz; biz böyle davrandıkça bize ait olmayan inanç biçimleri ve ritüeller nesilden nesile meşrulaşarak bizi yok ediyor. Egemen inanca benzemeye çalıştıkça, ne yazık ki cumhuriyetin okullarında çocuklarımız bize ait olmayan dini inançlarla koşullandırıldıkça azalıyoruz. Bu asimilasyonu ve aşağılanmayı kabullenmeye devam ettikçe artarak azlamaya devam edeceğiz. Alevilikten geriye folklordan başka bir şey kalmayacak.
Alevilerin hangi bayramı kutladıklarını, ya da birliktelik adına başkasının inancına saygıdan katıldıklarını düşünseler bile, aynı hoşgörüyü kendi inançlarına karşı da yapılmasını beklediğini düşünüyorum. Gerçek laikliğin ve demokrasinin de ancak bizim oruçlarımıza da, özgün inancımıza da saygı gösterildiği durumda gerçekleşecektir. Oysa tek yanlı bir saygıya zorlanıyor, bu yetmezmiş gibi içimizden birileri de bu tek yanlı saygının ideolojik kılıflarını üretiyorlar. Bu tek yanlılıkta yazık olmuyor mu bize, inancımıza, laikliğe, demokrasiye?
İşte bu nedenlerle her Ramazan bayramı içim sızlar. Bize karşı yapılan tarihsel haksızlıklar yetmezmiş gibi bizim içimizden birilerinin de bu durumu meşrulaştırmasına canım yanar. Aklıma çocukluğu, çocuklarımızın yaşadığı travmalar gelir. Aksini iddia edenlerin de aynı travmayı çocukluklarında yaşadıklarını bilirim. Peki ama onlar kendi çocuklarının yaşadıklarını düşünmezler mi? Pir Sultan gibi olmalarını beklemiyorum kuşkusuz; ama hiç olmazsa bu tiyatroyu, bu zoraki iki yüzlülüğü daha ne kadar sürdüreceğiz? Bizim biz olmaya hakkımız yok mu bu taşında toprağında herkes kadar alın terimiz, kanımız, umutlarımız, acılarımız olan bu ülkede? Aleviliği, Alevilik yapan ozanlarımızın ve inanç önderlerimizin bize bıraktığı mirasın öğütülmesine, içinin boşaltılmasına daha ne kadar katlanacağız?
Benim içim yanıyor! Ya sizin?
Attila UÇAR