Ihre Browserversion ist veraltet. Wir empfehlen, Ihren Browser auf die neueste Version zu aktualisieren.

    YouTube

    Facebook

    Instagram

Fields marked with * are required.

BABAMIN DÜKKAN ARKADAŞLARI

Yusuf KoçYusuf KoçYusuf Koç

Köydeki dükkânlar, aynı zamanda köylülerin boş zamanlarını geçirme yeri olarak ta kullanılırdı. Bilhassa kış döneminde gidilecek başkaca bir yer olmayınca genelde dükkânlarda toplanılır sohbet edilip zaman geçirilirdi. O mekânlar bir yerde kahve vazifesini de görürdü. Köyde iki dükkân vardı. Birisini babam işletiyordu diğerini de Yusuf amcam. İki dükkân da yan yanaydı. Bizim dükkânın müdavimleri genelde gençler oluyordu. Dükkânda babam kaldığı zamanlarda onun yaşlarındaki bazı kimseler de onunla sohbet etmeye geliyorlardı. Babamın sohbet arkadaşları Dayım Battal Ağa, Kirvem Gayret Ağa ve Sağır Hasan’dı. Onlar geldi mi gençler rahat hareket edemiyorlardı. Bu üç ağır sohbet adamının her gün geliş saatleri belliydi. Aslında pek konuştukları da yoktu, sadece sobanın yanışını seyredip şekerleme yapıyorlardı. Öğle sonu evdeki yapılacak işleri bitirip yemeklerini yedikten sonra dükkânın yolunu tutuyorlardı. Babam da onların geliş saatini biliyordu. Hemen kalkıp sobanın içini odun ve çubukla dolduruyor yakmak için hazır hale getiriyordu. Genelde ilk gelen Gayret Ağa oluyordu. Sonra da diğerleri. Ekip tamamlandıktan sonra da babam sobayı ateşliyordu. Bu her gün tekrarlanan bir şeydi..
 
Yine bir gün babam sobayı hazırlar ve arkadaşlarını beklemeye başlar. Gençlerden bir kaçı da dükkânın bir köşesinde oturmaktadır. Oturanların içerisinde İsmail Amcamın oğlu Çavuş ve Kirik Ali’nin Kadir de vardır. Gençler, aralarında bir plan yaparlar. Kadir, içeri girmeden önce dükkânın üzerine çıkar ve sobanın bacasının ağzını bir bezle kapatır. Misafirler geldikten sonra babam sobayı yakmak için kibriti çakar. Yanan odunun dumanı bacadan çıkıp gideceğine içeri dolar. Babam bu işe bir anlam veremez. Her zaman hemen yanan soba o gün hep geri vurmaktadır. Odadakiler,
“ Acaba rüzgâr tersten esiyor da onun için mi geri vuruyor,” diye fikir yürütürler.
Bu arada babam sobayı yakmak için ha bire sobaya çalı çirpi atıp kibrit çakmaktadır. Dükkânın içinde göz gözü görmez olur. Gayret Ağa:
“Bekir, vazgeç yakmaktan gel otur, bizi dumana boğdun” der ama babam ha bire sobayı tutuşturmaya uğraşmaktadır.
Odanın içi durulacak gibi değildir hepsi kapıya yönelir. Tam o sırada bir köşede sessiz sessiz oturan Kadir’i bir gülme tutar. Babam yapılan hınzırlığı anlar ve sobanın yanın da duran demir maşayı kapar, ancak Kadir çoktan Hutta’nın evinin köşesini döner. Kadir babamın hışmından zor kurtulmuştur. Bu da gençlerin babama yapmış olduğu bir eşek şakasıdır.
Yusuf KOÇ

KURTARMA OPERASYONU
Yusuf KOÇ
 
Derviş, köyde ticarete kafası çalışan birisiydi. Köye ilk vasıtayı getiren de oydu. 1960 ların başında bu işe Austin marka bir kamyonla başlamış, daha sonra bu işi köy ile Kayseri arasında çalıştırdığı otobüse çevirmişti. Yıllarca bu işi yapmış, daha sonra bu işe Mıstığın oğlu Mehmet Ali soyunmuş, ondan da bu işi E… Mehmet devralmıştı. Anlatacağım konu ise bir otobüs kurtarma hikayesidir.
Dönem, Mıstığın oğlu Mehmet Ali’nin otobüs çalıştırdığı dönemdir. Günlük Kayseri severini yapan otobüs, köyün içine girerken arızalanmış ve Halilka’nın evinin yanında bayırda yolda kalmış. Otobüsün freni tutmamaktadır. Otobüs el freni ile olduğu yere sabitlenir. Otobüsün kaldığı yerin, yani yolun yukarıdan aşağı doğru eğimi 30 derece civarındadır. Otobüs çalışmadığından ileri götürme imkanı yoktur. Tek çözüm, yolun yüz metre kadar aşağısındaki düzlüğe arka arka indirmektir. Köylüler otobüsün başına toplanır otobüsün olduğu yerden kurtarılması yani aşağıdaki düzlüğe kadar indirilmesi için çözüm ararlar. Her kafadan bir ses çıkmaktadır. Tartışmalar sonunda çözüm de bulunulur. Otobüsün önündeki çekme halatı takılacak kancaya urgan bağlanacak, urgan ( v ) harfi şekline getirilecek, urganın bir tarafından beş on kişi diğer tarafından da yine beş on kişi tutacak, şoför de otobüsün içine binip vitesi boşa atacak ve o şekilde yavaş yavaş otobüs yüz metre aşağıdaki düzlüğe indirilecek.
Dahiyane çözümü bulmuş olan babayiğitler, ellerini tükürükleyip urganın iki tarafında sıralanırlar. Herkes urgana sıkıca sarılır. Otobüsün içine binen şoför, vitesi boşa atıp, el frenini kaldırır. Otobüs aşağı doğru arka arkaya yavaş yavaş hareket etmeye başlar. Bu arada şoför, direksiyonda otobüsü yönlendirmektedir. Bizimkiler ise urgana yapışmış vaziyette otobüsle beraber yavaş yavaş hareket etmektedirler. Her şey kontrol altındadır. Akıllı bir çözüm bulunmuştur. Akıl yürütenler öyle zannederler.
Hiç beklenmedik bir anda otobüsün hızlandığı görülür. Bir müddet sonrada urgan ile birlikte köylüler de yerlerde sürüklenmeye başlar ve nihayetinde otobüs urgandan da köylülerden de kurtulur. Otobüs, içerisinde şoför ile birlikte hızla aşağı doğru arka arkaya gitmektedir. Otobüs gittikçe hızlanmakta, bizimkiler ise korku ve endişe ile olacakları seyretmektedir. Şoför, direksiyonu kırıp sonra da kendisini açtığı kapıdan aşağıya atar. Şoförsüz kalan otobüs bir müddet daha gidip sonrada yoldan çıkarak yolun kıyısındaki şarampole yuvarlanır.
On civarında babayiğit, yokuş aşağı giden otobüsü durduracaklarını zannetmiş, buldukları çözüm ise bir işe yaramamıştır. Bir şeyi hesaba katmamışlardı. Hesaba katmadıkları neydi acaba? Onların buldukları çözüme güvenerek direksiyon başına geçen şoför ise, yokuş aşağı hızla giden araçtan aşağı atlayarak canını zor kurtarmıştı.
Yusuf KOÇ

İKİ BUÇUK LİRA
 Yusuf KOÇ
 
Baba Dayı
 
Yıl 1966. O tarihlerde Sivas 4 Eylül Lisesinde yatılı olarak okuyordum. Girmiş olduğumuz yarıyıl tatilim sona ermiş, o gün Sivas’a okuluma dönmek üzere eşyalarımı toplamış bavulumu da hazırlamıştım. Babam,
-“Oğlum git dükkandan kendine haçlık al,” demiş, bende harçlık almak için dükkana uğramıştım.
O tarihlerde köyde, babam tarafından işletilen küçük bir bakkalımız vardı.
Kasada, kağıt para olarak sadece altmış lira vardı. İçimden gelmese de o kağıt paraların tamamını aldım. O para ile bir sonraki izine kadar idare etmek durumundaydım. Yola çıkma vaktim gelmişti. Annemle vedalaştım ama babam ortada yoktu. Sağa sola bakmaya başladım. Tam o sırada babamın dükkan tarafından gelmekte olduğunu gördüm. Babam yanıma geldi ve avcunda tutuğu parayı bana uzattı. Baktım, bana uzattığı para, bir tane iki buçuk lira demir para. O tarihlerde demir para olarak en büyük para iki buçuk liraydı. O parayı bana vermeye çalışıyor:
-“Oğlum bunu da al belki haçlığın az gelir,” diyordu.
Babamın o tavrı karşısında içim kabarmış gözlerim dolu dolu olmuştu. Ben dükkandan haçlık almak için kasayı açtığımda kağıt paralar dışında kasada diğer bozuk paraların arasında sadece bir tane iki buçuk lira olduğunu görmüştüm ama o parayı almak içimden gelmemişti. İşte o para babam tarafından bana verilmeye çalışılıyordu. O anı hiç unutamam.
Yusuf Koç

YILKI ATI
 Yusuf KOÇ
 
Yıllar önce yazar Abbas Sayar’ın bir romanını okumuştum. İsmi “Yılkı atı”. O romanda anlatılanlar yaşanmış bir hikaye miydi yoksa hayal ürünü müydü bilemiyorum. Ancak benim anlatacağım yaşanmış gerçek bir hikayedir.
Yılkı atı tabiri, gözden çıkarılarak başıboş araziye bırakılmış atlara deniyordu. O nedenle ben de anlatacağım konunun başlığına “Yılkı atı” dedim.
Bir sonbahar dönemiydi. Babam çiftçiliği bırakmış, arazilerin sürümünü de, bu işi yapan bir kişiye vermişti. Araziyi süren kişiden belli bir miktar kira alınıyordu. Dolaysıyla evde beslenmekte olan büyükbaş hayvan sayısı da azaltılmıştı. Uzun yıllar kullanılmış olan atlardan birisi uygun bir fiyatla satılmış, diğeri ise satılamayıp evde kalmıştı. Onun satılamayacağı belliydi. Yaşlı, Zayıf ve çelimsiz bir attı. O aşamadan sonra kimsenin işine de yaramazdı.
Babam bir gün beni yanına çağırmış ve:
“Oğlum evdeki atı götür Kızıl ırmağın ortasındaki adaya bırak gel,” demişti.
“ Boşu boşuna bir kış boyu beslemek durumunda kalmayalım. Şayet orada ölmez de sağ kalırsa ilkbaharda gidip alırız,” demek istiyordu.
Atı alıp bizim köye uzaklığı birkaç kilometre kadar olan Kızıl ırmağın bulunduğu alana indim. O bölgede düz bir arazide Kızılırmak, iki ayrı kola ayrılıp ortada genişçe bir ada oluşturduktan sonra elli ya da altmış metre ilerde tekrar birleşiyordu. İki taraftan akan suyun ortasında kendiliğinden büyükçe bir ada oluşmuştu. Ada yemyeşil gözüküyordu. Ayrıca da adaya bırakılmış birden çok at vardı. Atın başından yularını çıkarıp ırmağın içine sürdüm. Önce gitmek istemeyip tekrar kıyıya çıkmak istedi. Benim zorlamam karşısında mecbur kaldı ve yüzerek karşıya adaya geçti. Geri dönmesi imkansız gibiydi. Geri dönebilmesi için yine yüzerek ırmağı tekrar geri geçmesi gerekecekti. Bereket adada yalnız olmayacaktı. Çünkü daha önce getirilip bırakılmış olan onlarca at vardı. İçim burkularak oradan ayrıldım.
Aylar sonra babamlardan o üzücü haberi aldım. Kış döneminde adaya geçen bir kurt ya da kurtlar, atları kovalamış, bizimkisi de biraz çelimsiz olduğu için ilk onu gözüne kestirmiş olacaklar ki, kovalama sonucunda bizim at kaçarken ırmağın kıyısındaki çamura saplanmış, o çamurdan kendini bir türlü kurtaramamış ve kurda kolayca yem olmuş. Bu haberi babamlar nereden almıştı bilemiyorum ama haberi duyunca çok üzüldüm. Ben o atı oraya bırakırken onu kısıtlı bir alan da da olsa özgürlüğüne kavuşturduğumu sanmıştım. Meğer kurtlara yem olsun diye oraya bırakmışım. Atımızın ölümünden kendimi sorumlu tutmuştum. Ev ahalisi ise hiç üzülmemişti. Çünkü zaten o hayvanı çoktan gözden çıkarmışlardı.
Yusuf KOÇ

İRESİT
Eskiden köyümüz bir tiyatro sahnesi gibiydi. Daha doğrusu açık hava tiyatrosu. Oynanan oyunlara gelince, içerisinde hem komedi hem de dram vardı. Oyuncuları ise saymakla bitmeyecek kadar çoktu. Köyün bir başından başlarsak İreşit, Kökker Aziz, Kurt Ali, Cıdırgı, Kara Duran, Derviş, Bayram Ali, Cinni Oğlan, E… Memet, Sofu, Deli Memet, Kır Cuma, Nergiz, Rızvan Amcam o oyunculardan sadece akla gelen birkaç tanesiydi. Bu oyuncuların için de babamın ismini saymıyorum. O zaten başoyuncuydu. Bazı oyuncuların ünü çevre köyleri de aşmış hatta şehre kadar uzanmıştı.
Eskilerde yaşamış, yaptıklarıyla ya da sözleriyle arka da iz bırakmış olan bu büyüklerimiz unutulması diye onlarla ilgili birkaç anekdotu zaman zaman sizlerle paylaşıyorum. Onlar bizim geçmişimiz. Unutmamamız unutturmamamız lazım.
Bu yazıları düzenlerken bazen ilgililerin lakabını yazarken tereddüt geçiriyorum. Acaba yaşayan yakınlarından alınan olur mu diye. Sadece ismini yazsam olmaz mı diyorum. Olmuyor. Çünkü öyle lakaplar takılmış ki kişinin ismi unutulmuş. Sadece lakabı ile tanınıyor.
Mesela İreşit’in lakabı dokuzdu. İreşit gerçek ismi miydi onu da bilemiyorum. İreşit dokuz lafından gıcık alırdı. Dokuz dendiğinde kendisine küfür edilmiş gibi olurdu. İreşidin dokuz lafından gıcık aldığını da köyde herkes bilirdi. Bir yaz döneminde İreşit ve ailesi tarladaki ekini biçerler biçilen ekinleri de yığın yaparlar. İreşit’in dokuz sayısından huylandığını bildikleri için aile üyeleri de dokuz rakamına dikkat etmektedir. Normalde biçilen ekin dokuz yığın olacak haldedir ama aile üyeleri zorlayarak yığın sayısını sekiz ile sınırlarlar.
Muzibin birisi üşenmez gece gider tarladaki o yığınların sayısını dokuza çıkarır. Ertesi gün İreşit tarlaya geldiğinde bir bakar ki ki yığın sayısı dokuz olmuş. Tabi ki açar ağzını yumar gözünü. Küfürün bini bin para.
&
İreşit ile Kökker Aziz kardeştirler. Yıllar önce evlerini ayıralar ayrı yaşamaya başlarlar. Ama pek anlaşamazlar. Bir kış günü her ikisi de kendi damının karını kürümektedir. Nasıl olduysa sözleri karşılaşır ve damın başında kavgaya tutuşurlar. İreşit, aldığı gibi Aziz’i damdan aşağı atar. Aziz bereket aşağıda birikmiş olan karın üzerine düşer. Aziz düştüğü yerden aşağıdan bağırmaktadır:
-“ Ayı, az kalsın ayağımı kıracaktın.”
İreşit, yukarıdan cevap verir.
-“ Ben de zaten onun için attım.”
Yusuf KOÇ

Gara Duran
 
Daha önceki bir yazımda da belirttiğim gibi köyümüz bir tiyatro sahnesine, köyde yaşayan bazı büyüklerimiz de bu tiyatro oyununda sahne alan sanatçılara benziyordu. Tiyatroda hep komedi oyunu oynanmazdı. Zaman zaman dram (acıklı oyunlar) da oynanırdı. İşte bu bölümde yazacağım tiyatro oyunu onlardan birisi olacak.
Köy yerinde yapılan şakalar bazen çok acımasızca olmaktaydı. Bunun en bariz örneği ise Gara Duran’a yapılan şakadır. Buna bir şaka denir mi emin değilim.
Gara Duran, zavallının biriydi. Kimseye bir zararı olmayan saf kendi halinde bir vatandaştı. Evini geçindirme amacının dışında bir gayesi de yoktu. İsmi Duran, soy ismi de Öktem di. Ama kimse onu Duran Öktem olarak tanımazdı. Gara Duran dedin mi eniğinden cücüğüne kadar herkes tanırdı. Bizim oralarda ne hikmetse bazı kelimelerin başında yer alması gereken “K” harfi yerine “G” harfi kullanılırdı. O nedenle de “Kara Duran” denmiyor “Gara Duran” kelimesi kullanılıyordu.
Adamcağız çok esmer olduğu için siyah anlamında “Kara” sıfatı yani “Gara” sıfatı isminin önüne eklenmişti. Aslında Kara Duran böyle söylenmesinden gocunmuyordu. Onu çileden çıkaran, son zamanlarda ona takılmış olan “Ar lastiği” ya da “Livik” lakaplarıydı. Livik, dağda kendi kendine yetişen bir yabani ottu. Bir müddet sonra bu otun içinden uzunlamasına çıkan çiçeği siyah renk alırdı. İşte Kara Duran’ın esmerliği bu Liviğe benzetiliyordu. Bu buluşun kime ait olduğu bilinmemekle beraber altından tanıdık bir isim çıkarsa şaşmam.
O tarihlerde köyde, ortaokuldan sonra okumamış hiçbir gayesi olmayan adeta çeteleşmiş bir gurup genç vardı. Bunların işi gücü yoktu. Köyde ne kadar olumsuzluk yaşanmışsa altından mutlaka bu çete üyeleri çıkıyordu. Köyde kimse de bunlara bulaşmamaya çalışıyordu. İşte bu gençler, Kara Durana kafayı takmışlardı. Amaçları ona kötülük yapmak, incitmek ya da küçük düşürmek değildi. Onu kızdırıp küfür ettirmekten zevk alıyorlardı. O küfürler de öyle böyle küfürler değildi. Gençler, o küfürler sanki kendilerine söylenmemiş gibi gülüp geçiyorlardı.
Zavallı Kara Duran, bir iş için köyün içine çıksa, her damın başında mevziiye yatmış gençler, “Livik” ya da “Ar Lastiği” diye bağırır sonrada kendi söylememiş gibi kıçını dönerdi. Kara Duran biraz daha ilerler bu seferde bir başka damın başına siperlenmiş bir başkası bağırırdı. Kara Duran da ağıza alınmayacak küfürlerle karşılık verirdi. Gençler bundan alınmaz gülüp geçerlerdi. Onların derdi Kara Duran’ı kızdırıp küfür ettirmekti. O gençlere zaman zaman yaşını başını almış olan Rızvan Amcam da katılırdı. Adamcağız, köyün içine çıktığına çıkacağına pişman olurdu. Bu olay yıllarca böyle devam etti.
Belki, son yıllarda ailevi sorunlar da buna eklenince hayat, Kara Duran için çekilmez hale geldi. Bir sabah köye acı bir haber yayıldı. Tüm sevenlerini üzen bir haber. “Kara Duran kendini asmış”. O eşek şakasını yıllarca yapmış olan gençler bundan biraz olsun vicdan azabı duymuşlar mıydı? Ya da bu sonucun oluşmasında bu acımasız şakaların bir etkisi olmuş muydu? Bilinmez ama nihayetinde bir hayat sönmüştü. Düşünmek lazım, bu acı sonun oluşmasında o gençlerin ve sessiz kalan bizlerin hiç suçu yok mu?
Yusuf Koç
Not; Makalemi yazarken yazmak istediğim lakap için çok düşündüm. Kişiyi sadece ismiyle yazsam belki de çok kişi yazdığım kişinin kim olduğunu anlamayacaktı. Bazen kişiye takılmış olan lakap onunla bütünleşir ve adeta ismi unutulur. O lakap toplumda kabul gören bir sıfat olur. İşte Duran Öktem için takılmış olan lakap da böyle. Denebilir ki bu yazıya ne gerek vardı? Amacım geçmişimizi ve geçmişimize renk katmış iz bırakmış olan insanlarımızı sizlere tanıtmak, hatırlatmaktır. Umarım yazımda kullanmış olduğum sıfattan dolayı o kişinin yakınları kırılmazlar. Şayet kırdıysam özür dilerim

 OKULLU OLDUM
 
Annemgiller, çeşmede buğday yıkamış, kuruması içinde damda palazların ürerine sermişlerdi. Tabi onları kuşların yemesini önlemek te biz çocuklara düşüyordu. Elimde sopa kuşları kovalıyordum. O sırada babam da yanımdaydı. Daha önce köyde hiç görmediğim eli yüzü düzgün bir adam babamın yayına geldi ve konuşmaya başladılar. Hep bana bakıp konuşuyorlardı. Adam babama benim yaşımı soruyor, babam ise nüfus kağıdımı hiç görmediği ve hangi yılda doğduğumu da bilmediği için net bir tarih söyleyemiyordu. Tanımadığım adam beni iyice bir süzdükten sonra, beni yanına çağırdı ve ismimi sordu. Elindeki kağıda bir şeyler yazdıktan sonra babama dönerek:
-“Tamam, bunun yaşı gelmiş bunu okula kaydediyorum,”dedi.
Meğer o tanımadığım adam köyümüzdeki okulun öğretmeniymiş. Ben öylece okula kayıt olmuş oldum. Bugün bile hesap kitap yapıyorum hangi yılda ilkokula kayıt olmuş olduğumu bulamıyorum. Eğer bulabilsem, daha sonraki dönemlerde yaşamış olduğum bazı olayların tarihini de net olarak söyleyebileceğim.
Daha sora öğrendim ki kimse gidip çocuğunu okula kaydettirmediği için, öğretmen elde kağıt kalem köyün içinde okul yaşı gelmiş çocuk arıyor, yakaladıklarını okula kaydediyormuş.
Ben kayıt olduğumda okul başlamıştı. Daha sonraki günlerde evde yapacağımız iş olmadığı müddetçe okula gidip gelmeye başladım. Okulu bir eğlence yeri gibi görüyorduk. Daha önce iş güç nedeniyle bir araya gelemediğimiz arkadaşlarla sabahtan akşama kadar bir arada oluyorduk. Okulun en fazla bu yönünü seviyordum.
Köyde saat mefhumu pek olmadığı ve herkes sabahın olduğunu horoz ötüşüne göre ayarladığı için, okulun ders başlama saati öğrencilere bir başka şekilde duyuruluyordu. Okula erken gelen bir öğrencinin eline kocaman bir zil tutuşturuluyor, o da köyün bir başından başlıyor diğer başına kadar koşarak çalıyordu. Bu, okulda derse başlama saatinin geldiğini gösteriyordu. Bu zil çalma işi kışın karlı günlerde çok zor oluyordu. Zaten zil den sonra da tüm öğrencilerin toplanması saatler alıyordu. Tüm öğrencilerin tam sayıda olduğu günlerde oluyordu. O da okulun tatile girdiği günlerdi. O tarihlerde haftanın Çarşamba ve cumartesi günleri yarım gün ders yapılır, öğleyin istiklal marşı ile bayrak direğine çekilir ve tatile girilirdi.
Okulumuz çok güzeldi. Köyde tüm evler toprak dam iken tek kiremitli bina okulumuzdu. 1950 yılında köye okul yapılırken devlet sadece kiremit yardımında bulunmuş geri kalan kısmını ise imece usulüyle köylüler yapmış. Okul da iki öğretmen vardı. Birisi beni de okula kayıt eden asıl öğretmen, diğeri ise bizim köydendi. Zamanın da astsubay okulundan ayrılmış olan birisi. Vekil öğretmenlik yapıyordu. Okulda üç sınıf vardı ve yan tarafında ise öğretmen lojmanı. Olmayan ise okulda tuvalet yoktu ihtiyaç duyan öğrenciler teneffüs saatine kadar dişini sıkıyor teneffüsle beraber o işi yapmak için evlerine koşuyorlardı.
Kışın ısınmada problem yaşanıyordu. Her sınıfta bir soba kuruluydu ancak devlet kömür vermediği için yakacak işi de köylülere düşüyordu. Öğretmen, öğrencilerden ikişer kişilik bir liste yapıyor, o öğrenciler sabahleyin diğer öğrencilerden erken gelip evlerinden getirmiş oldukları hayvan tezekleri ve bağ çubukları ile sobaları yakıyor, öğrenciler gelmeden sınıfı ısıtmaya çalışıyorlardı. Bu nöbetçi öğrencilerin bir diğer görevi de sınıfları temizlemekti. Bu söylediklerimin geçtiği yıllar 1950 yılların ortası oluyor.
Yusuf Koç