Ihre Browserversion ist veraltet. Wir empfehlen, Ihren Browser auf die neueste Version zu aktualisieren.

    YouTube

    Facebook

    Instagram

Fields marked with * are required.
Yusuf Koc/ Karpinar Köyü

Yusuf KoçYusuf Koç

YUSUF KOÇYUSUF KOÇ
 Bekir Efendi
Yusuf Koc
 
Birde köy imamımızvardı. Bekir Efendi. O tarihlerde Camimiz yoktu ama çok şükür bir imamımız vardı. Bu Yılmaz Erdoğan’ın çekmiş olduğu Vizyon tele filmindeki Devletin, kütüphanesi olmayan ilçeye Kütüphane müdürü atamasına benziyordu.
Gerçi, bizim köyün imamını devlet atamamıştı. Namaz kılmasını biliyor biraz da kurandan dua okuyabiliyor diye onu köylüler bu göreve getirmişlerdi. Ücretini de buğday vererek köylüler ödüyorlardı. Devletin bu konuda bir katkısı yoktu. Aslında haberi de yoktu. Bekir Efendi’nin senede sadece bir aylık bir görevi vardı, o da Ramazan ayında ezan okumak. Etraftaki köylere ve dışarıdan gelen yabancılara karşı ayıp olması diye bu görev yaptırılıyordu. Onun dışında yaptığı bir iş yoktu.
BEKIR YILDIRIM - BEKIR EFENDIBEKIR YILDIRIM - BEKIR EFENDI
 
Cami yoktu ki namaz kıldırsın. Olsa bile o yaşlılardan üç beş kişinin dışında namaz kılmasını bilen de yoktu. Onların da namazla pek araları hoş değildi. Ramazan ayında akşam ezanı vakti geldiğinde Bekir Efendi, köyün orta yerindeki çeşmenin başına geliyor, oradaki yüksekçe bir taşın üzerine çıkarak ezanını okuyordu. Aslında dinleyen de yoktu, çünkü oruç tutan yoktu. Belki yaşlılardan bir kaç kişi o kadar.
Yıllar sonra devlet tarafından köyümüze bir cami yapılmış ve bir de imam görevlendirilmişti. Görev yapan imamdan başka camiye namaz için gelip giden var mıydı bilinmez ama o da belli bir süre sonra köyü terk etmek zorunda kalmıştı.
Köyde, Bekir Efendi ya da onun gibi bu görevi yapacak biri bulunamadığından cami imamsız kaldı. Yıllar önce imam vardı ama cami yoktu. Bu seferde cami var ama imam yok.
Yusuf Koç

KOÇ KATILIMI
 Yusuf Koç
 Koc KatilimiKoc Katilimi
 
Köyde Sonbahar hareketli geçerdi. Havalar soğumadan ve kar düşmeden tüm dışarı işleri toparlanmaya çalışılırdı. En yoğun ay da Ekim ayı olurdu. Bu ayda harmanlar kaldırılır, bağ bozumu yapılır, eğer varsa bostan bozulurdu(Toplanırdı). Dışarıda bekleyen tezek ve bağ çubuğu içeri çekilir kışa hazırlık yapılırdı. Diğer köylerdeki değirmenlere buğday götürülüp un yapılır, sohu da ise tokmakla dövülmek suretiyle buğdaydan bulgur yapılırdı. Bu dönemde yapılanların hepsi kışa hazırlıktı.
Bu dönemde yapılan bir diğer iş ise, koç katılımı töreniydi. Ağustos ayı sonu ya da Eylül ayı başında koçlar koyunlardan ayrılır ayrı yayılırdı. Bu süre Ekim ayı sonu ya da Kasım ayı başına kadar devam ederdi. Hangi gün koç katılımı yapılacaksa bu köyün bekçisi tarafından tüm köylüye duyurulurdu. Bu duyurmanın da ilginç bir yöntemi vardı. Bekçi önceden belirlediği köyün değişik yerinde yer alan iki dama çıkar, oradan yüksek sesle duyuruyu yapardı. O seçilen iki dam hoparlör görevini görürdü. Bekçi; anonsunu:
-“ …..duyduk duymadık demeyin haaa, “ diye sonlandırdı.
Belirlenen gün, genelde anons yapıldığı günün ertesi gün olurdu. Koçu olanlar onu bir güzel süsler, değişik renkteki boyalarla üzerine şekiller yapar, koçun boynuna, ya iple bir elma asar ya da kafasına bir havlu bağlardı. Bunlar çobanın hediyeleri olurdu. Davarı çok olanın hediyede cömert davranması beklenirdi.
Koç katılım tarihinin bu aylara denk getirilmesinin bir nedeni, kuzulama dönemini havaların ısınmaya başladığı aylara denk getirmektir. Çocukluğumdan hatırlıyorum genelde kuzulama ocak ayında başlar mart ayına kadar devam ederdi. Bu aylar kış mevsimi olduğu için koyunlar ve kuzulara içeride bakılırdı. Ne güzeldi o günler.
Yusuf Koç

BİR GÜNÜN HİKAYESİ
 Yusuf Koç
 
Hava güneşli olmasına rağmen dışarıda serin bir hava vardı. Artık güz mevsimi kendini iyice göstermiş ve paltolar omuzlara alınmaya başlanmıştı. Sabahın o erken saatlerinde yakılmış olan sobalardan çıkan duman köyün üzerinde adeta koyu bir bulut oluşturmuştu.
Köyde herkes sabah hazırlıkları ile meşguldü. Evin gelin ve kızları çeşmeden sabah suyunu doldurmak, evin çocukları ise evdeki hayvanları sığıra katmak telaşındaydı. Bu arada tarlaya çift sürmeye gitme hazırlığı yapanlar da vardı.
Dükkanımız tam köyün orta yerindeydi. Köyün çeşmesi ise dükkanın yukarısında yamaçtaydı. Bir yerde dükkanın önündeki meydan tüm köylünün toplanma ve dağılma yeriydi. Dükkanın önüne oturmuş önümde olup bitenleri bir tiyatro seyreder gibi izliyordum.
Köyün sürüsünü toplamış olan çoban Şemsi, köpeğini çağırıyordu.
- “Alaç, alaçç… geh. gehhh…”
Köpek hiç o taraflı olmuyor, yavaş yavaş köyün içinden davarın olduğu yere doğru gidiyordu.
Deli Memet, köpeğin o aldırmaz tutumuna kızmış eline aldığı taşla köpeği yukarı doğru kovalıyordu.
-“Haydi koyuna. Bak daha aldırmıyor. Hele heleee…”
O taşlama üzerine kuyruğunu iki bacağının arasına sıkıştıran köpek ara sıra arkasına bakarak yukarı bayıra doğru kaçmaya başlamıştı.
Sığır sürmeden dönen çocuklar ellerindeki değneklerini yerde sürüyerek evlerine gidiyorlardı. Onların sabah görevleri bitmişti.
Bir ara Köy Bekçisinin sesi duyuldu. Köyün diğer ucundaki bir damın üzerine çıkmış yüksek sesle bağırıyordu.
 Köy ÇeşmesiKöy Çeşmesi
 
-“Komşular duyduk duymadık demeyin her evden bir kişi Muhtarın odaya gelecek haaa….”
Yukarıdan, evden dışarı çıkan Bayram Ali Dayı,
-“Yusuf, bekçi ne diyordu duyamadım.”
-“Ali Dayı, bugün her evden bir kişi Muhtarın odasına gidecekmiş onu söyledi.”
-“Ne yapacaklar acaba?”
-“Herhalde okula kömür almak için para toplayacaklarmış.”
-“Haaa.. duymadım da.”
Bu arada Bekçinin köyün diğer ucundan sesi geliyordu. Yüksek sesle aynı şeyleri orada tekrarlıyordu.
Çeşmenin başı oldukça kalabalıktı. Çeşmeden su almaya gelenler sıralarını bekliyor, bazıları ise bu beklemeyi fırsat bilip uzun zamandır görmedikleri akranlarıyla çene çalıyordu.
Abbaz Dayı, eşeğin üzerine yerleştirmiş olduğu fıçıları doldurmuş eşeğin üzerine de binerek evin yolunu tutmuştu. Belki de yaşlıdır diye su doldurmada ona öncelik tanınmıştı.
Tam o sırada Bayram Ali Dayı da helkeleri almış çeşmeye su almaya geliyordu. Yolda Abbaz Dayı ile karşılaştılar.
-“Vah vah görüyon mu Abbaz dayı benden önce davranmış. Suyunu doldurmuş gidiyo. Ammaaa.. gardaş o benden yardımlı, en azından evde yemeğini bişiren bir koca karı var.”
Abbaz Dayı bıyığının altından gülüyordu. Bu aslında acı bir gülüştü. Bir zamanlar on onbeş kişinin yaşadığı evde şimdi bir kendi bir de koca karı kalmış, sutaşıma işi de ona düşmüştü.
Ali Dayı dükkanın önünde gezinenlerin ve de çeşmede su sırası bekleyenlerin kendini süzdüklerinin farkındaydı. Kadın taklidi yapıyor helkeleri koluna takmış salına salına yürüyordu.
-“Çekilin hele bacım çekilin. Daha ocağa aş suyu koyacağım.”
Kızlardan biri şakaya katılmak için,
-“Ali dayı bu acelen ne böyle?”
-“Aman bacım dert bir değil iki değil. Ocağa aş koyup çiftçiyi savuşturacağım. Çocuklar okula gidecekler evde cırım cırım çağrışıyorlar.”
Koyu bir sohbete dalmış olan kızlar bile, sohbetlerini bırakmış Ali dayının hareketlerine gülüyorlardı.
Dükkanın önünde güneşleyen birkaç ihtiyar ve yandaki dama çıkmış çeşmedeki kızları dikizleyen gençler bile gülmekten kendini alamıyordu.
Bayram Ali Dayının çeşmeden su götürdüğünü gören Rızvan Amca aşağıdan bağırmıştı.
-“Helkelerle çeşmeden su götüren şu kız kimin kızıymış da.”
Ali dayı lafı duyar duymaz elindeki helkeleri yere bırrakmış ve yine bir kız edasıyla,
-“Ben başkalarının kızına benzemem. Ağzımı açtırma bana. Oradan da laf atıp durma. Durduğun yerde güzelce dur. Sana ne elin kızından gelininden” demişti.
-“Abooo…bu kızda amma ayarsızmış.”
Hutta bibi, kapının önüne atmış olduğu sandalyede olanları seyrediyor, kocası ise eline almış olduğu radyoyu karıştırıyordu.
Hutta bibi konuşmalara kahkahalarla gülmüş sonra da Rızvan Amcama dönerek,
-“Bu adam hiç kocamaz” demişti. Rızvan Amca altta kalır mı,
-Aboo.. daha yetip büyümeden kocatacaklar beni görüyon mu”
Dükkanın önünde olup biteni izleyen gençlerden biri,
-“Rızvan Dayı kaç yaşındasın?”
-“Daha bu sene ortaokula kayıt oldum.”
Dükkanın köşesinden çıkıp çeşmeye yönelen Hacının Sülemen’in karısı,
-“Maşallah. Allah bağışlasın. Daha tığ gibi delikanlı. Palaskasındaki boncuğa baksana” demiş sohbete o da katılmıştı.
Sohbete katılmak için can atan gençlerden biri, palaskadaki boncuğu göstererek,
-“Rızvan Dayı bu ne?”
-“O mu, onu abam bana göz değmesinler diye dikti.”
Bu konuşmaları duyan herkes kahkahalarla gülüyordu.
&
Murtaza, dükkanın yanındaki damın üzerinde gezinerek arkadaşına bir şeyler anlatıyordu. Ama gözü hep çeşmedeydi. Bir türlü gönlünü açamadığı kız çeşmede su dolduruyordu. Onu uzaktan uzağa seviyordu. Kızın Murtaza’ya hiç baktığı yoktu, belki de etraftan çekiniyordu.
Murtaza kızın suyu doldurduktan sonra eve giderken yakınından geçeceğini biliyordu ve ona göre pozisyon almıştı.
Kız tam önlerinden geçerken Murtaza aşka gelmiş, yanındaki arkadaşına dönerek yüksek sesle;
-“Ahhhh…Ahmet. Yeterki sen iste senin için canımı bile veririm.” demişti
Tabi ki bu laf Ahmete değildi ve laf gideceği yere ulaşmıştı.
&
Bu seyrettiklerim, içinde bulundukları yaşam şartları ile mutsuz sandığım insanların mutlu dünyası mıydı? Bazen kendi kendime soruyorum. Bu insanların bu şartlarda mutlu olmaları mümkün mü? Yoksa acılarını bal mı eyliyorlardı?
Abbaz Dayı, Bayram Ali Dayı ve Rızvan Amcam seksene yakın yaşlarında bir koca karı ile yalnız başlarına yaşamaya çalışıyorlardı. Ona yaşamak denirse. Çeşmeden bir bardak sularını getirecek kimseleri de yoktu. Diğerlerinin yanında bir koca karı varken Bayram Ali Dayı o koskocaman evin içinde yalnız başına yaşıyordu. Oğlunun dağda birileri tarafından öldürüldüğünü yaşamış ve görmüş bir insan bu hayatta ne kadar mutlu olabilir ki?
&
Köyde akşam oluyor. Çiftciler yorgun argın tarladan dönüyorlar. Sabah yaymak için çobanlar tarafından kırlara götürülen sığırlar ve koyunlar köye dağılıyor. Eli sopalı çocuklar sığır ve koyunlarını eksiksiz evlerine yönlendirmek üzere yine sahneye çıkıyorlar.
Bazen bir ses duyuluyor.
-“Kuzu gören var mı ? Kuzuuu..”
Sonra köyün üzerine bir karanlık çöküyor. Her bacadan bir duman yükseliyor ve körsen gaz lambaları yanmaya başlıyor.
Ve ben, bu bir günde yaşananların gerçek mi yoksa bir tiyatro oyunu mu olduğunu düşüne düşüne uykuya dalıyorum.
Karpınar,31.10.1972( Salı)
Yusuf KOÇ

POSTACI ARİF
 Yusuf Koç
 
POSTACI ARIFPOSTACI ARIF
 
1960 lı yıllar. O tarihlerde köyde yaşayanların dışarıyla haberleşmesi, sadece mektuplarla oluyordu. Başka da bir haberleşme imkânı yoktu. Telefonla bir yer aranmak istendiğinde o tarihlerde ilçemiz olan Gemerek’e kadar gitmek gerekiyordu. Çünkü en yakın postane oradaydı. Bu yol pek kullanılmıyor ihtiyaç da duyulmuyordu.
Mektup dışında en süratli haberleşme yolu ise telgraf çekmekti. Bereket onun için taa Gemerek’e gitmeye gerek kalmıyordu. Bu ihtiyaç Kara özü Tren İstasyonu Şefliğinden yapılabiliyordu. Karşı taraftan gelen telgraf ve mektuplar ya da dışarıya yazılmış mektuplar ve telgraflar da yine İstasyon şefliği kanalıyla yapılıyordu. İstasyon Şefliği aynı zamanda postane görevi görüyordu. İstasyon Şefliğine gelmiş olan mektup ve telgrafların köylere dağıtılmasında Şeflik bir görev üslenmiyordu. Onun görevleri arasında bu yoktu. Mektuplar ve telgraflar Şeflikte birikiyor, şayet o mektuplarda belirtilen köylerden tesadüfen istasyona gelen biri olursa o köyün mektup ve telgrafları onunla gönderiliyordu. Bu arada bazı mektupların yolda yırtılıp atılmış olduğu da oluyordu.
İşte burada size kör Ariften bahsedeceğim. Arif, kara özünde yaşayan kırk yaşlarında biriydi. Arifin iki gözü de görmüyordu ama elinden eksik etmediği değneği ile de gideceği her yeri şaşırmadan buluyordu. Arifin bu durumunu görenlerden bazıları onun görmediğine inanmıyor numara yaptığını söylüyorlardı. Arif gerçekten görmüyordu ama o gideceği yolu şaşırmadan nasıl buluyor du? işte o bir soru işaretiydi. Arif yola düştü mü ona yetişmek mümkün değildi. İşte o Arif, bizim hatta cıvar köylerin gönüllü postacısıydı. Haftanın belli günleri istasyona uğrar, köylere dağıtılacak mektupları alır köy köy dolaşarak o mektupları yerlerine ulaştırırdı. O yolculuğu da yaya yapardı. Her köyün mektubunu ayırttırır o köye gelir eğer bakkal varsa oraya uğrar yoksa köy meydanın da birisini bulur ona okutturmak suretiyle mektupları sahiplerine dağıtırdı. Arifin geldiğini duyan köylülerde zaten hemen başına toplanırlardı. Çünkü herkesin gurbette çalışan ya da okuyan bir yakını mutlaka vardı. Gurbetten gelen mektuplarda adresin varacağı köy ismi yazılır ayrıca da “….Kara özü Tren İstasyon Şefliği eliyle” ibaresi eklenirdi. İşte bundan sonra Kör Arif’in görevi başlardı.
Arif bu işi gönüllü yapıyordu. Onun bu hizmet karşılığı aldığı bir maaş ya da ücret yoktu. Hizmetinin karşılığını, mektubunu getirmiş olduğu köylülerin vermiş olduğu bahşişler oluşturuyordu. Bahşiş verecek kişi hazır para bulamazsa yumurta veriyordu. Bazen Arif torbasında bir sürü yumurta ile geri dönüyordu.
Arif bu işi yıllarca yaptı, taa ki Kara özünde postane açılana kadar. O tarihten sonra da Arif kendisini emekliye ayırdı.
O tarihlerde telgrafın nasıl çekildiğinden de biraz bahsetmek istiyorum. Telgrafta yer alacak kelimeler özenle seçilirdi. Karşı tarafa iletilmesi istenen haber kısa cümlelerle anlatılmaya çalışılırdı. Kelime sayısı önem taşıyordu Çünkü kelime başına para alınıyordu. Karşı tarafa iletilmek istenen haber önce kâğıda yazılıyor ve İstasyon Şefine veriliyor oda telgraf makinasının başına geçip bu bilgiyi tuşlara basarak karşı tarafa iletiyordu. Karşı taraf ta, gelen telgrafı kâğıda döküp muhatabına ulaşmasını sağlıyordu. Sistem böyle işliyordu.
Yazıyı tamamlamadan aile olarak bu konuda yaşadığımız bir ilginç olayı anlatmak isterim. Yanlış hatırlamıyorsam 1967 yılıydı. Rahmetli Mustafa ağabeyim Van da görev yapıyordu. Ağabeyim o tarihlerde babamlara bir telgraf çeker, İstasyon şefliği bu telgrafın çözümünü yapar kâğıda döküp köye gönderir. Telgraf aynen şöyledir; “ Eşim öldü Hasan acele gelsin…”
Telgrafı alınca evde kıyamet kopar. Babam ve annem duramaz yola düşerler. Perişan bir yolculuktan sonra Van’a ulaşırlar ve korktuklarıyla karşılaşmazlar. Üzüntülerinin yerini sevinç alır. Haber doğru değildir. Çekilen telgrafta iletilmesi istenen konu aynen şudur; “İşi oldu Hasan acele gelsin.”
Hasan ağabeyimin polislik işi olmuş Mustafa ağabeyim onu haber vermek istemişti.
Sizlere o yıllara ait yaşanmış hikâyeler anlatıyorum. Gelecek hayalleri kurarken geçmişimizi de unutmayalım.
Yusuf KOÇ

DÜNÜN GENÇLERİ
 Yusuf Koç
PINAR SPOR KULÜBÜPINAR SPOR KULÜBÜ
 
 
1969 veya 1970 yılları.
Liseyi bitirmiştim ancak yeterli puan alamadığımdan herhangi bir üniversiteye kayıt yaptıramamıştım. Hazırlanıp ertesi yıl tekrar sınavlara girecektim. Önümde uzun bir süre vardı. Bu sürenin bir kısmını ders çalışmakla geçirecek bir kısmında da babamın bakkalında bulunacaktım.
Köyde ik tane bakkal vardı. Birisi babamın bakkalıydı diğeri ise Yusuf amcamın. İki bakkalda yan yana ve köyün tam orta yerindeydi. Bu iki bakkal aynı zamanda kahve görevini de görüyordu. Her iki bakkalın müşterileri farklıydı. Yusuf amcamın bakkalına genelde orta yaşlı ve yaşlılar geliyordu. Babamın bakkalı ise genelde gençlerin buluşma yeriydi. Zaman zaman bende onlara katılıyordum. Ara sıra bulabildiğimiz naylon topla maç yapıyor zaman geçiriyorduk.
Gençlerden bazıları orta okula gidiyordu bazıları ise okulu bırakmış boş geziyordu.. En tahsillisi ise bendim.
Dükkanda toplandıklarında en fazla yaptıkları şey iskambil kağıdı oynamaktı. Bazen de evkara gelip gurup halinde şarap içmekti. Başkaca bir eğlenceleri yoktu.
Onlara zaman geçirecekleri bir şeyler bulmalıydım. İlk aklıma gelen bir kütüphane yapmak oldu. Elime geçen tahtalarla bir kitaplık yaptım. Bende olan roman ve hikayeleri de içine dizdim. Sora da gençlerin getirmiş olduğu kitaplarla kitap sayımızı artırdık. Babamın bakkalının bir kısmı kütüphane olmuştu.
&
Naylon topun peşinde koşmak pek hoşuma gitmiyordu. Bir futbol topu alamaz mıydık? Alınmaması için hiçbir neden yoku. Tek eksik olan bu işleri organize edecek bir kişinin olmamasıydı. Bu yönlendirmeyi de benim organize etmem gerekiyordu.
Hemen o gün aramıza alacaklarımızı karşılayacak miktarda para topladık. Bir arkadaş gönüllü olarak Kayseri’nin yolunu tuttu. Bu işe hızlı başlamıştık.
Topladığımız para ile, bir futbol topu, bir voleybol topu, bir voleybol filesi, kaleci eldiveni, tozluk ve bir de 12 adet forma yapmaya yetecek kadar kırmızı ve sarı renk bez almıştık. Forma almaya paramız yetmediği için bez almıştık v e bu bezlerden forma diktirecektik. Formanın şeklini kağıt üzerine ben çizdim ve bu çizime bakarak Topal Kız da formaları dikti.
Bu eşyaları koyacak bir de yer lazımdı. Babamın dükkanının bir kısmını da bu işe ayırmıştık. Spor kulübümüzün ismini de koymuştuk “ Pınar Spor Kulübü”.
Futbol oynamak için saha bulmakta zorlanmıyorduk. Nihayetin de bütün tarlalar boştu. Bizim uygun bir yere voleybol sahamızı kalıcı olarak kurmamız lazımdı. En uygun yer olarak okulun önündeki o zamanlar harman yeri olarak kullanılan şimdiki caminin yerine yapmaya karar vermiştik. Ancak zeminin düz hale getirilmesi gerekiyordu. Zemin çok sert olduğu için kazma kürekle düzeltmek çok zordu. O işi Menduh halletti. Atları pulluğa koşup gelmiş sahayı bir güzel aktarmıştı. Ancak bir iki saat sonra Gözel Dayının(Menduh’un babası) Menduhu sopa ile köyün içinde kovaladığını gördük.
 
 
 
PINAR SPOR KULÜBÜPINAR SPOR KULÜBÜ
 
Formamıza kavuşmuş, sahamız tamamlanmış, kulübümüzü de kurmuştuk. Artık maç yapma zamanı gelmişti. Voleybol maçına zaman zaman okuldaki öğretmenlerde katılıyordu. Okulda o tarihlerde iki bayan bir erkek öğretmen görev yapıyordu.
Bir kulübümüz de olduğuna göre artık dışarıya açılabilirdik. İlk olarak Kara özü Orta Okulu ile onların sahasında voleybol maçı yaptık. Bu bizim deplasmandaki ilk maçımızdı.
Cıvar köylere futbol maçı yapmak için haber gönderdik. İlk olumlu cevap Alamettin köyünden geldi. Alamettin köyünde yapmış olduğumuz maçı kazanıp Traktörün arkasındaki römorkun üzerinde neşe ile köye girdik. Bu başarı bize doping etkisi yapmıştı. Üçüncü maçımızı Sarıoğlan Orta Okulu ile voleybol maçı yaptık ancak umduğumuzu bulamadık. Çok iyi oyuncuları vardı.
Daha sonraki günlerde Alamettin’liler, rövanş maçı için geldiler. Maçın sonucu biraz tartışmalı geçmişti. Hatırladığım kadarıyla son maçımızı İğdeli Köyü gençleri ile oynadık. O maçı sonucunu hatırlamak bile istemiyorum. Bizim için bir hezimetti.
Bir defter tutuyorduk. O deftere kimlerle maç yaptığımızı, sonucun ne olduğunu yazıyorduk. Sonraki yıllarda köyde genç kalmayınca o formalar eşyalar ve defterler nerede kaldı bilinmiyor.
&
O yılarda okullar Şubat ayında 15 gün tatil olurdu. Adına da sömestri tatili derlerdi. Tatilde köy biraz daha canlanır cıvıl cıvıl olurdu. Eski tarihlerde bu tatile denk getirilir ve örf ve adetlerimizden olan “Saya Gezme” şenliği düzenlenirdi. Bu aslında bir nevi tiyatro idi. Sahne tüm köy sahası oyuncular ise köyün orta yaşlılarıydı. O günleri yaşamış olanlar bilir en önemli sanatçı da rahmeti Bayram Ali Dayıydı. Karnapa rolünü çok güzel oynardı.
Uzun zamandır bu şenlik yapılmıyordu. Bu şenlikleri organize edenlerin bir kısmı aramızdan ayrılmış bir kısmı da yaşlanmıştı. Adeta unutulmaya yüz tutmuştu. Köyde bu kadar genç varken hele ortaokul öğrencileri de aramıza katılmışken bu şenliği yapmamamız bizim için bir vefasızlık olacaktı.
Hemen kolları sıvayıp bu işe koyulduk. Fazla bir oyuncuya gerek yoktu. Bir gelin, gelini koruyan iki yada üç kişiden oluşan koruma ekibi, eşek çeken ve evlerden ne verilirse heybeye dolduran toplayıcı, bir kar napa, bir tilki, üç kişiden oluşan bir deve, deveyi çeken bir kişi.
Öğleye doğru başlamış köyün bir ucundan girip diğer ucundan çıkmıştık. O tarihlerde köyümüz çok kalabalıktı. Yaklaşık 80 hane çıvarında ev vardı. Eksiksiz tamamına uğradık. Bayağı bir şeyler toplamıştık. Aldığımız eşyalar arasında yağ, bal, bulgur, buğday, yumurta hatta tavuk bile vardı.
Eski örf ve adetimizi yaşatmak istiyorduk. Akşam, topladığımız malzemelerin bir kısmını kullanarak kendimize bizim dükkanda topluca bir ziyafet verdik.
Köyden toplamış olduğumuz malzemeleri Yusuf Amcama satarak paraya çevirdik. Bu para ile Kayseri’den iki adet bayrak aldırdık. Bu bayrakları yine bizim dükkanda düzenlediğimiz bir törenle bir tanesini İlkokul Müdürüne bir tanesini de Köy Muhtarına hediye ettik. Hayırlı bir iş yapmanın huzuru içerisindeydik.
&
İlkbahar gelmiş tabiat canlanmıştı. O güne kadar hiç yapılmamış olan bir şey daha yapmak istiyordum. Gençlerle birlikte bir mayıs kutlaması. Topluca bir piknik yapmak güzel bir gün geçirmek.
Gençler bu işe öylesine kendilerini kaptırmışlardı ki iki gün önceden hazırlıklara başlamışlardı. Sabah erkenden bizim dükkanı önünde toplanacak oradan hareket edecektik. Hedefimiz Kırozüydü.
Kararlaştırdığımız gibi sabahleyin dükkanı önünde buluştuk söz vermiş olanların tamamı gelmişti ancak sonradan bir kişinin gelmediğini anladık. Gazi gelmemişti. Oysa piknikte maç ta yapacaktık ve Gazi takımın önemli elemanlarından biriydi. Bu şekilde gidersek bir eksiklik hissedecektik. Üç dört arkadaş İsmail Amcanın (Gazinin babası) yanına koştuk. Yalvara yalvara Gazi’ye izin alıp yola koyulduk. Akşama kadar çimenlerin üzerinde gönlümüzce gülüp eğlenip piknik yaptık.
Bu bir mayıs kutlaması, belki de hem ilk hem de son kutlama olmuştu.
Yazıya ek olarak koymuş olduğum o iki adet siyah beyaz resimlere bakarken o günler bir filim şeridi gibi gözlerimin önünden akıp gitti. O resimdeki gençlerden beşi şu anda aramızda yoklar. Bir kısmı ise bugünün ihtiyarları oldular. Aramızdan ayrılmış olanlara Allahtan rahmet yaşayanlara uzun ömürler diliyorum.
Yusuf Koç

YUSUF KOC ve DURSUN ÖZAYDINYUSUF KOC ve DURSUN ÖZAYDIN

MEHMET KOC ve YUSUF KOCMEHMET KOC ve YUSUF KOC